Yıl 2002… Türkiye’de kimsenin beklemediği sonuçların gerçekleşeceği 1 Kasım seçimleri öncesinde, Diyarbakır Havalimanı’nda Şeyhimi karşılıyorduk.
Yıl 2002… Türkiye’de kimsenin beklemediği sonuçların gerçekleşeceği 1 Kasım seçimleri öncesinde, Diyarbakır Havalimanı’nda Şeyhimi karşılıyorduk.
20’li yaşların başında, Şeyh Said Efendi’nin torununun seçim süresince Diyarbakır’da hizmetinde olacağımın heyecanı ile bekliyordum. Takriben 45 gün boyunca geceli gündüzlü Diyarbakır’ın köylerini, mahallelerini, ilçelerini ziyaret edip insanlarımızın teveccühü karşısında mütevazı kişiliği ile Şeyhimi adım adım izliyor; söylediklerini beynime, yüreğime âdeta kazıyordum.
Ona “Benim Şeyhim” diyorum, çünkü kendisi ilim olarak bugüne kadar gördüğüm en donanımlı şeyhti diyebilirim. Ana dili olan Kürtçe’nin dört lehçesi dışında Farsça, Arapça, İngilizce, Fransızca ve Türkçe gibi yabancı dillere de hâkimdi.
Henüz 2 yaşında sürgünle tanışmış; çocuk yaşta babasını sürgünde kaybetmiş ve ailesinin geçimine katkıda bulunmak için Kürdistan’ın çeşitli illerinde tarım işçisi olarak çalışmak zorunda kalmıştı. Gençlik yıllarını, Şeyh Said Efendi’nin oğlu Şeyh Ali Rıza Efendi’nin yanında medrese ilmini alarak geçirdi. Bunun yanı sıra Diyarbakır’da Sosyal Bilimler Yüksekokulu’nu okudu.
Siyasete ise henüz 23 yaşında olmasına rağmen yaşı büyütülerek Demokrat Parti’de adım attı. Çok ilginçtir ki, Demokrat Parti’den Meclis’e girdikten yaklaşık bir buçuk yıl sonra 27 Mayıs darbesiyle karşı karşıya kaldı. Yassıada zindanlarında idamla yargılandı, sonrasında Kayseri zindanında kaldı ve yaklaşık 30 yıl boyunca siyaset yasağı ile siyasetten uzak tutulmak istendi. Çok ilginç değil mi? Önce birileri kalkıp “Kürt meselesini ancak Şeyh Said Efendi’nin ailesinden birinin mecliste olmasıyla çözeriz.” diyerek devletin imkânlarını kullanıp Şeyhimin yaşını büyütüyor, sonra da zindanlara atıp türlü işkencelerden geçirerek 30 yıla yakın siyaset yasağı ile cezalandırılmasına karar veriyorlardı…
Daha sonra 90’lı yılların ortalarında, Demokrat Parti’nin devamı diye dillendirilen Doğru Yol Partisi’nden tekrar Meclis’e girdi. Dönemin iktidar partisinde olmasına rağmen, Kürdistan’da yaşanan olaylar ve Kürt milletine yapılan zulümler karşısında partisinden istifa etti. İki yıl bağımsız olarak vekillik yaptıktan sonra kendi partisini kurmak için bağımsız çalışmalarına devam etti.
Bu çalışmalar sadece Türkiye’de değil, diasporada ve Kürdistan’ın dört parçasını kapsayan halk toplantılarıyla sürdü. Sayısız akil insan, siyasetçi ve irili ufaklı tüm Kürdistani örgütlerle iletişime geçti. Büyük bir sonuç olarak, 13 Şubat 1925’te zulme ve sultaya karşı kıyam eden dedesi Şeyh Said Efendi’ye atfen, 12 Şubat 2002’de merkez sağ Kürt partisi olan Hak ve Özgürlükler Partisi’ni (HAK-PAR) kuruyordu.
HAK-PAR; sol patentli PKK’nin legal kanadı olan ve adeta Kürt milletinin iradesine ipotek koymuşçasına tek muhatap kendilerini gören dönemin HADEP’ine, daha sonrasında HDP’ye ve şu anki DEM Partisi’ne karşı; Kürdistan’da Kürt milletinin ekseriyetle milliyetçi ve muhafazakâr kitlesine hitap edecek şekilde parti programını hazırlamış ve Türkiye’nin geleceği için federasyon yönetimini savunuyordu.
HAK-PAR kuruldu fakat hakkında açılan kapatma davalarından dolayı seçime giremedi. Kurucu ve onursal genel başkanı olarak, benim Şeyhim, dedesinin kıyama başlayıp şehit olduğu yerden milletine mesaj vermek istiyordu. O günümüzü aydınlatan şu sözleriyle Kemalist sistemin kodlarıyla oynuyordu:
“Türkiye’de her kuş leylek, her ağaç kavak ağacı mı ki ben Türk olayım?”
Evet, benim Şeyhim… 20. yüzyıldan 21. yüzyıla uzanırken yaklaşık 500 yıllık bir misyonun siyaset arenasındaki temsilcisi olarak sultaya karşı tıpkı dedesi Şeyh Said Efendi gibi tebliğini yapıyor; tarihe not düşen yüzlerce söyleşi ve bir o kadar anekdotu bizlere tarihi miras olarak bırakıyordu.
En önemli miraslarından biri de bizim için HAK-PAR’dır.
Bunu da yazımızın ikinci bölümünde sizlerle paylaşmak üzere, Şeyh Abdülmelik Fırat’ı rahmetle anıyor; hak olan davamızda onun izinden gitmeyi Rabbim nasip etsin diyorum.