Kürt Entelijensiyasının Milliyetçilikle İmtihanı

Yayınlama: 03.10.2025
26
A+
A-

Bilindiği gibi, son yıllarda, Kuzey Kürdistan toplumunun milliyetçiliğe bakış açısında olumlu anlamda ciddi bir değişim göze çarpıyor. Bu bağlamda, kendisini Kürt milliyetçiliğine karşı konumlandıran ve bu düşünceyi “ilkel milliyetçilik” olarak yaftalayıp ona karşı mücadeleyi hedefine koyan Kürdistan’da hâkim siyasetin bu tutumuna karşın, Kürtlerin hatırı sayılır bir kesiminin artık kendisini Kürt milliyetçisi olarak tanımladığı somut bir gerçeklik.

Bunun temelinde ise, Kürt milliyetçiliğinin, yadsınamaz bir haklılıkla, kendi milletine bir statü talebi yatmaktadır. Zaten, ezilen ve tahakküm altında bulunan milletlerin milliyetçi düşünceyi benimseyip onu içselleştirmesinin temelinde de bu gerçeklik vardır. Yani, kendi milletinin de yerküre üzerindeki diğer özgür milletler ailesine katılma talebi ve bunun yolunun da kendi milletinin de bir statü sahibi olması gerektiği gerçekliğinin farkında olunması vardır.

Keza, kendi milletine bir statü talebinin, milliyetçiliğin temel düsturu veya bir başka ifadeyle mütemmim cüzü olduğu herkesin malumudur.

Bu somut gerçeklikten hareketle, günümüz Kürt siyasetinin temel ayrışması da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Bu ayrışma iki ana akım temelinde oluşmuştur. Bu iki ana akımın bir tarafında, kendisini milliyetçi olarak tanımlayıp bu minvalde kendi milletine bir statü talep edenler, diğer tarafında ise kendi milletine statü talebini gereksiz gören ve bu doğrultuda da kendisini anti-milliyetçi çizgide konumlandıranlar yer almaktadır.

Bu doğrultuda, bu iki ana akım içerisinde, kendisini münhasıran Kürt milliyetçiliği karşısında konumlandıranlar, bununla da yetinmemekte, yine kendisini her zaman bu düşünceye karşı mücadele eden bir siyasetin odağı olarak tanımlamaktadır. Nitekim, bu ana akımın, gerek ideolojisine, gerekse de siyasi pratiğine baktığımız zaman, bu yapının, pek çok temel konuda, ihtiyaç duyduğu zaman, rahatlıkla kendi zıddına dönüşebildiğini, fakat Kürt milliyetçiliği söz konusu olduğunda bununla mücadeleyi şaşmaz bir biçimde temel hedefi olarak belirlediği gerçeğini görmekteyiz.

Diğer yandan, bu iki ana akımın diğer kanadını oluşturan kesimin milliyetçilik kavramına karşı ikircikli tutumu dikkat çekmektedir.

Söz konusu bu ana akım içerisinde belli bir kesim kendisini Kürt milliyetçisi olarak tanımlarken diğer bir kesim ise bu düşünceye karşı negatif bir tutum takınmamakla birlikte   esasen kendisini bu kavramla tanımlamaktan kaçınmaktadır. Bu kesimin en çok tercih ettiği kavramların başında ise “yurtseverlik” gelmektedir. Oysaki “yurtseverlik”, özü itibarıyla çağımızda en çok kirletilen kavramların başında yer almaktadır. Ayrıca, bu kavram, hiçbir biçimde milliyetçilikle bire bir özdeşleşmemekte olup bunun yerine ikame de edilemez.

Diğer yandan yine bu ana akım içerisinde, kendisini milliyetçi olarak tanımlayan entelijensiyanın da en temel yanlışı, kendi milliyetçiliğine meşruiyet sağlamak adına bu düşünceyi “ezen ulus-ezilen ulus milliyetçiliği” ikilemine hapsetmek olarak ortaya çıkmaktadır. Oysaki milliyetçi düşünce bunun çok daha ötesinde, yerküre üzerindeki özgür milletlerin her bir ferdinin de her durumda içselleştirdiği bir olgudur.

Bu yazı dizisinde esas olarak bunları ele almaya çalışacağız. Çünkü bu durum, aynı zamanda, yukarıdaki satırlarda vurguladığımız gibi, Kürt entelijensiyasının milliyetçilikle bir nevi imtihanıdır ve bu doğrultuda bunların tartışılması bir gerekliliktir.

Bu doğrultuda, ilk önce Kürt siyasetinin 1960’lardan sonraki tarihsel sürecine kısaca göz atmalıyız. Bunu yaparken, aynı zamanda bu süreç içerisinde ortaya çıkan Kürt partileri ve örgütlerinin Kürt milliyetçiliğine karşı nerede konumlandıklarını da görmüş olacağız.

Bilindiği gibi, Kuzey Kürdistan’da uzun yıllar süren suskunluk 1960’ların ilk yıllarında yerini yeni bir milli uyanışa bırakacaktı. Şüphesiz bunda en büyük etken, efsanevi Kürt lideri Mela Mustafa Barzani’nin, 1946 yılından beri sürgünde yaşadığı Sovyet Rusya’dan, 1958 yılında Irak’ta oluşan iktidar değişimi sonrası Kürdistan’a dönmesiydi. Onun ülkesine dönmesi sadece Güney Kürdistan’da değil, Kuzey Kürdistan’da da yeni bir milli uyanışı tetikleyen en önemli faktör olacaktı.

Bu minvalde 1960’ların ilk yıllarından başlayarak, kendi milletinin özgürlüğünü esas alan yeni bir Kürt entelijensiyası oluşmaya başladı. Bunun ilk örgütlü adımı 1965 yılında kurulan T-KDP (Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi) idi. Bunu, 1969 yılında kurulan DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) takip edecekti.

Şüphesiz, gerek T-KDP’yi, gerekse de DDKO’yu ortaya çıkaran esas irade, dönemin Kürt aydınlarının kendi milli kimliğini sahiplenmesi ve bu realiteyi, kendisini yok sayan kolonyalist rejime dayatmasıydı.

Bu iki kesimden T-KDP, illegal örgütlenme temelinde esas olarak gelenekçi-muhafazakar Kürtler arasında taban bulurken DDKO ise legal örgütlenme temelinde, daha çok seküler ve şehirli kesimin rağbet gösterdiği bir kurum olacaktı.

İkincisinin, yani DDKO’nun seküler kimliğine yön veren esas etkenlerin başında da, o dönemde revaçta olan ve bu yapının içindeki Kürt aydınlarını da birincil düzeyde etkisi altına almış olan sosyalist ideoloji gelmekteydi. Bu durum, bu yapının, aynı zamanda kendi içinde önemli bir zaafını da teşkil etmekteydi. Çünkü, bu kadrolar, aynı zamanda, bu ideolojik yakınlaşmanın kaçınılmaz sonucu olarak, o dönemde Türk şovenizminin en önemli sol inşası olan MDD çizgisine bağlı Türk sosyalistleriyle dirsek temasını devam ettirmekteydiler.

Fakat bu zaafına rağmen, bu yeni oluşumun esas önemi, dönemin Kürt entelijensiyasının, kendi milli kimliğini ve milli taleplerini esas alarak, Türk sosyalistlerinden bağımsız olarak örgütlenme iradesini göstermiş olmasıydı.

Diğer yandan bu yapı etrafında bir araya gelen Kürtlerin o dönemdeki talepleri de kolonyalist rejimin Kürt realitesini tanımasıyla sınırlıydı. Bu doğrultuda esas talep kendi etnik farkındalığına saygı duyulması üzerine kuruluydu. Yine bununla birlikte, Cumhuriyet rejiminin “Türkiye’nin doğusu”nu ihmal ettiğini ve bu bölgenin de kalkınması için gerekli adımların atılmasını devletten talep etmekteydiler. Nitekim bu talepleri doğrultusunda o dönemde “Doğu mitingleri” düzenleyeceklerdi.

Yine de, tüm bu sınırlı taleplerine rağmen bu kurumu, şehirli seküler kesimin Kürt milliyetçiliğine evrilmesi yolunda ilk utangaç adımı olarak tanımlayabiliriz. Nitekim bundan iki yıl sonra, 1971 darbesi sonrası tutuklanan bu kadrolar, cezaevi sürecinde, Kürdistan hakikatini içselleştirme bağlamında önemli bir değişim geçireceklerdi

Bu noktada, 1970’lerin Kürt hareketlerine geçmeden önce, 1969’da, Sait Kırmızıtoprak’ın (Dr.Şıvan) öncülüğünde kurulan T’de KDP’ye bir parantez açalım. Çünkü bu parti, o dönemde, diğer iki oluşumun tersine, kendisini çok net bir biçimde Kürt milliyetçisi bir yapı olarak adlandırıyordu.

Bu partinin politik çizgisi iki bakımdan oldukça önemliydi. Birincisi Marksist ideolojiyi rehber edinmesine rağmen kendisini aynı zamanda Kürt milliyetçisi bir hareket olarak tanımlaması, ikincisi ise, Türk Marksist hareketi ile arasına kalın bir duvar örmüş olmasıydı.

Bu bağlamda, bu partinin tüzüğünün 7. Maddesi son derece önemliydi. Şöyle deniliyordu:

“T-KDP; emperyalizmi ve özellikle günümüzde ortaya çıkan bazı azgelişmiş ülkelerdeki dâhilî, milli-sosyal çelişkileri, bilimsel metotlarla analize eder: Giriş bölümümüzde, mahiyeti kısaca belirtilen Dâhilî Milli Çelişki çözülemediği, yani Türkiye’de Kürt halkının inkârı ve demokratik milli haklarının gaspı şeklinde ortaya çıkan, dâhilî-milli ezme tatbikatı sona ermediği müddetçe; Kürt halkının dâhilî-milli muhalefet potansiyelini münhasıran, “Milletlerarası Emperyalizme Karşı Savaş!” alanına kanalize etmek isteyen tüm fikri ve aksiyoner çabaları kötü bir tuzak ya da fahiş bir yanılgı olarak telâkki eder.”

Sait Kırmızıtoprak, bundan bir yıl kadar sonra, Kürdistan tarihinde bir kara sayfa olarak yer alacak olan “Saitler Olayı” sonucu hayatını kaybedince bu partinin faaliyeti de son bulacaktı. Fakat, bu parti içinde yer alan kadroların önemli bir kısmı, 1970’lerde oluşan Kürt örgütleri içerisinde önemli bir rol üstlenmekle kalmayacak aynı zamanda Kürt milliyetçiliğine en yakın yerde duracaklardı.

Kuzey Kürdistan’da 1970’li yıllar, milli uyanış bağlamında çok önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı yıllar olacaktı. Bu minvalde, 1975’ten başlayarak, üç yıl gibi kısa bir zaman diliminde, her biri Kürdistan’da hatırı sayılır bir kitle desteğine sahip Kürt örgütleri kurulacaktı.  1978 yılına gelindiğinde Kürt örgütlenmesi tamamlanmış oluyordu. Bunu, hemen akabinde bu örgütlerin bazıları içinde bölünmeler takip edecekti.

Tümü Marksist ideolojiyi rehber edinmiş olan bu örgütlerden Özgürlük Yolu, DDKD, KUK ve PKK Sovyet kampında yer alırken, Kawa anti-Sovyet çizgide Maoist çizgiyi benimseyecek, Rızgari hareketi ise bu iki kampın dışında yer alacaktı.

Yine bu örgütlerden Özgürlük Yolu, DDKD ve PKK partileşirken diğerleri örgüt düzeyinde kalacaklardı. Özgürlük Yolu TKSP (Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi), DDKD ise KİP (Kürdistan İşçi Partisi) adını tercih edeceklerdi. Partileşmeden önceki dönemde kamuoyunda Apocular olarak adlandırılan grubun lideri olan Öcalan ise, önce partisinin adını Emeğin Kurtuluşu olarak düşünecek sonrasında ise bundan vazgeçip PKK adında karar kılacaktı.

Bu örgütler içerisinde PKK ve Özgürlük Yolu’nu kuran kadroların, liderleri Abdullah Öcalan ve Kemal Burkay başta olmak büyük çoğunluğu, özünde Kemalist olan Türk Marksist hareketlerinden gelmekteydiler. Kemal Burkay’ın kökeni TİP’e dayanırken Öcalan’ınki ise, Mahir Çayan’ın liderliğindeki DHKP-C geleneğine dayanmaktaydı. Sonrasında, Öcalan, 2010’larda, “Kırk yıldır Mahirlerin bayrağını taşıyorum” diyerek bu geleneğe bağlılığını bir kez daha vurgulayacaktı.

Bu iki örgütün kendisini net bir biçimde Kürt milliyetçiliğinin karşısında konumlandırmış olmasının temelini de esasen bu olguda aramamız gerekiyor.

Fakat yine bu iki örgütten biri olan, Özgürlük Yolu-TKSP’nin, Kürt milliyetçiliğine karşı negatif tutumu teorik düzlemde kalırken, PKK ise, ilk ortaya çıktığı dönemden itibaren tüm pratiğini diğer Kürt örgütlerine karşı savaş temelinde oluşturacaktı.

Bu doğrultuda, bu partinin lideri Öcalan, sonrasında, 1992 yılında kendisiyle söyleşi yapan Yalçın Küçük’e, kendisinin ilk ortaya çıktığı dönemden itibaren esas hedefinin Kürt milliyetçiliğiyle savaşmak olduğunu ve yine son yirmi yılını esas olarak bu savaşı yürütmeye adadığını vurgulayacaktı.

Öcalan bu konuda şunları söyüyordu:

“… Bu ilkel-milliyetçilik için geçerlidir. KDP’ler biçiminde dayatılan ilkel milliyetçiliğin MİT ile birleşmiş KDP’cilik olduğunu biliyoruz. Daha 1970’lerde bazı Kürt dernekleri eliyle bu dayatılmak istendi. DDKD, KUK, Özgürlük Yolu vb. bir sürü Kürt grupçuğu eliyle ilkel milliyetçiliği egemen kılmak istiyor. Fakat Kürdistan devriminde ilkel milliyetçilik de teşhir ve tecrit edilmiştir. Yirmi yıldır bunlara karşı çok kapsamlı mücadele verildi. Bunların çok çeşitli fraksiyonları ortaya çıktı. Ama en temel güçleri yine de Barzani-Talabani’ydi.”

Onun nezdinde, 19. YY’ın sonlarında ortaya çıkan ilk Kürt aydınlanması da dahil olmak üzere, tüm Kürt örgütleri ve şahsiyetleri ilkel milliyetçi idiler.   O kendisini, münhasıran Kürt milliyetçiliğiyle mücadele eden biri olarak tanımlıyordu. Bu konuda aynı söyleşide hedefinin ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor, “Zaten şu ilkel Kürt milliyetçiliği en büyük düşmanımdır” diyordu.

Onun hedefinde salt Kuzey Kürdistan’daki Kürt örgütleri değil, Kürdistan’ın diğer parçalarında mücadele yürüten Kürt partileri ve liderleri de vardı. Onunla, Türk medyası adına ilk söyleşiyi gerçekleştirmiş olan Mehmet Ali Birand, Öcalan’ın bu somut tutumu konusunda şunları söyleyecekti:

“Apo’nun diğer Kürt örgütlerine bakışı oldukça katı. Celal Talabani, Mesut Barzani ve öldürülene kadar da Kassımlu’yu genelde “kendi çıkarları için çalışan, kendi halklarını kişisel amaçlarına yönelik kullanan kişiler” olarak görüyor. Haklarında özel konuşmalarında son derece sert şekilde eleştiriyor. Nitekim PKK yayınlarında da “satılmışlar” diye kelimeler kullanılıyor.”

Bunu kısaca ele aldıktan sonra, yine PKK dışındaki Kürt örgütlerine dönelim:

Yukarıda da vurguladığımız gibi bu Kürt örgütlerinin tümü Marksist ideoloji temelinde oluşmuşlardı. Keza, o dönemde uluslararası Marksist hareketler içerisinde var olan Sovyet-Çin kutuplaşması tüm dünyada olduğu gibi söz konusu bu Kürt örgütlerinde de tam bir zıtlaşma yaratmış bulunmaktaydı. Bu nedenle Sovyet yanlısı Kürt hareketleriyle anti-Sovyet kampta yer alan Kürt hareketleri arasında bırakın bir ittifakı, dostane bir ilişkiden bile söz etmek mümkün değildi.

Bu durum, söz konusu Kürt örgütleri arasında milli temelde bir ittifakı imkansız kılmakla kalmıyor, aynı zamanda bu örgütlerin, özünde şoven bir zihniyete sahip olan Türk Marksist hareketiyle bir doku uyuşmasını da yaratıyordu. Bunun en tipik örneklerinde biri de, dönemin Sovyet çizgisinde yer alan DDKD-KİP ve Özgürlük Yolu-TKSP örgütlerinin, özünde Kemalist ideolojinin savunucusu olan TKP, TİP ve TSİP gibi şoven partilerle mütemadiyen ittifak içinde bulunuyor olmalarıydı.

Sonrasında, 1979 yılına gelindiğinde ise, bu iki Kürt partisi, KUK’la birlikte, Kürdistan’da “UDG- Ulusal Demokratik Güçbirliği”ni kuracaklardı. Bu meyanda, UDG’nin kuruluşu, Sovyet çizgisindeki bu üç Kürt örgütünün kendi içlerindeki bir birliği esas almaları bakımından olumlu bir gelişmeydi. Fakat ne yazık ki bu birlik kısa sürecek ve 12 Eylül darbesiyle birlikte dağılacaktı.

Bu noktada, tekrar o dönemin Kürt örgütlerinin siyasi tercihlerine baktığımız zaman şunu görebiliriz: Yukarıdaki satırlarda da vurguladığımız gibi tümü Marksist ideolojiyi rehber edinen bu örgütler içerisinde Sovyet yanlısı olan kesimlerin bir hedefi vardı. O da, o dönemde Sovyetler Birliği’nin tartışmasız liderliği etrafında oluşmuş olan “Uluslararası Sosyalist Sistem”e dahil olmaktı. Bu bağlamda, Sovyet rejiminin ise Türkiye’de kendisine göbekten bağlı TKP’yi tek muhatap almış olması bu örgütler için esas handikabı oluşturmaktaydı.

Fakat, buna mukabil, anti-Sovyet yani Maoist çizgide yer alan Kawa hareketinin bu ideolojik tercihini belirleyen esas etken ise, Sovyetler Birliği’nin, kuruluşundan itibaren izlediği anti-Kürt nizama karşı tepkiydi.

Sovyet Rusya’nın, Stalin döneminde, kendi nüfuz alanı içinde bulunan bölgelerde yaşayan Kürtlere karşı jenoside varan insanlık dışı tehcir uygulamalarından başlayarak, 1946 yılında Mehabad merkezli kurulan Kürt Cumhuriyeti’ne değin geçen süreçteki anti-Kürt çizgisi bu kesim tarafından dikkate alınmaktaydı. Yine, Sovyet rejiminin, Güney Kürdistan’ın özgürlük mücadelesine karşı, Baas rejiminin en büyük destekçisi olduğu herkesin bildiği bir bariz gerçeklikti.

Keza, 1975 yılında, Güney Kürdistan’da kurulan YNK-Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin, Celal Talabani başta olmak üzere kurucu liderlerinin çoğunun Maoist ideoloji savunuyor olmalarının temelinde de bu olgu yatmaktaydı. Fakat Talabani’nin YNK’si kurulduğu günden itibaren bu çizgisini geri planda tutacak ve pragmatik bir siyaset izleyecekti. Onlar, o dönemde Suriye’deki Sovyet yanlısı Baas rejimiyle iyi ilişkiler kurmayı ve ondan destek almayı hedeflemekleydiler.

Nitekim, bu örgütün o dönemde Baas rejimiyle yakınlaşma çabası muhatabında da karşılık bulacaktı. Bu minvalde, Baas rejiminin merkezi yayın organı olan El-Baas gazetesi, Celal Talabani’nin liderliğinde kurulan YNK’nin kuruluşunu, “Irak Kürt Hareketi Devrimcilerin Yönetimine Geçti” başlığıyla duyuracaktı.

Sonuçta bu örgüt, bu pragmatik siyaseti sayesinde, kuruluşundan itibaren Suriye rejiminin her türlü askeri ve lojistik desteğini alacaktı.

*****

Bir önceki bölümde, 1970’lerde ortaya çıkan Kürt örgütlerini kısaca ele almış ve bu örgütlerden ikisinin, yani PKK ile TKSP’nin kendi çizgilerini Kürt milliyetçiliğinin zıddında konumlandırdığını belirtmiştik. Keza bu iki örgütün liderlerinin esasen Türk sosyalist hareketinden gelmiş olmalarının da onların anti-milliyetçi kampta yer almalarında önemli bir etken olduğunu vurgulamıştık.

Bu iki örgütün dışındaki diğer Kürt örgütleri ise milliyetçi düşünceye karşı ikircikli bir tutum içindeydiler. Bir kere her şeyden önce kendilerini hiçbir zaman Kürt milliyetçisi olarak tanımlamayacaklar, onun yerine “yurtsever” ve “devrimci” kavramlarını kullanacaklardı. Hatta kendilerini “devrimci” değil, “proleter devrimci” olarak tanımlamak o dönemde daha çok tercih edilir bir durumdu.

Bu meyanda, bu iki kavrama sonraki bölümlerde eğilmek üzere bu bölümde o dönemin önemli bir Kürt örgütünü mercek altına alalım. Bu da, 1975’te çıkardıkları Rızgari dergisinden ötürü Kürdistan’da “Rızgariciler” olarak adlandırılan örgüttü. Ayrıca bu örgüt ilk ortaya çıktıktan çok kısa bir süre sonra Kürdistan’da önemli bir kitle desteğine de sahip olacaktı.

Aslında, Rızgari’yi bir örgüt veya bir hareket olarak tanımlamak bu yapının niteliği hakkında yanıltıcı olacaktır. Çünkü bu yapı, gerek sahip olduğu entelektüel birikime sahip kadroları, gerekse de Kürt düşün dünyasına teorik düzeyde kattığı özgün düşünceleriyle bir örgüt veya bir hareket olmanın ötesinde bir ekol olarak tanımlanmayı hak ediyor. Bu noktada, bir hafıza tazelemesi adına, yarım asrı aşkın mücadelesiyle “Türk toplumunun Sartre’ı” olarak tanımlamamız gereken İsmail Beşikçi’nin de bu ekol içerisinde yer aldığını belirtmeliyiz.

Ayrıca, dönemin diğer Kürt örgütleri legal zeminde kurdukları derneklerin isminde “Devrimci” veya “Demokrat” kelimelerini tercih ederken bu hareket legal platformdaki örgütlenmesini ASDK-DER – Anti Sömürgeci Demokratik Kültür Derneği adı altında oluşturacaktı. Bu da elbette bu hareketin milli çizgisi hakkında bize yeterli somut bulgu vermektedir.

Bu hareketin lideri olarak bilinen Mümtaz Kotan, sonrasında, bu hareketin çizgisini bu konuda değerli bir çalışma yapmış olan Celal Temel’e şu sözlerle anlatacaktı:

“Rızgari şunu açıklıyordu; Kürdistan diye bir ülke var ve burada Kürt ulusu yaşar. Burası, TC, İran, Irak ve Suriye tarafından askeri olarak işgal edilmiş ve sömürgeleştirilmiştir. Kürdistan uluslararası bir sömürgedir, bu statüden arınmadıkça ve üzerindeki askeri işgal kaldırılmadıkça bağımsız olamaz ve özgürleşemez.”

Yine bu hareket de Marksist ideoloji temelinde kurulmuş olmasına rağmen, Sovyet rejiminin, tarihsel süreçte her dönem anti-Kürt nizamda yer almış olmasının farkındaydı. Onların kendilerini, Sovyet yanlısı kampta konumlandırmamış olmasının temelinde de, bu gerçekliğin farkında olmaları yatıyordu. Yine bu hareket Maoist bir çizgiye kaymayacak ama, Kürdistan’da gelişen bu çizgiye karşı hasmane bir tutum da takınmayacaktı.

Fakat, bizim bu hareketi özel olarak ele almamızın nedeni ise o dönemde Kuzey Kürdistan’da hakim olan Marksist ideolojinin, Kürt milli hareketlerini manipüle etme becerisinin ne denli etkili olduğunun bu hareket ölçeğinde ortaya çıkmasıdır.

Bu doğrultuda, kendisini Kürt milliyetçiliğinin karşısında konumlandırmayan, hatta bu kavramı kullanmamakla birlikte bu çizgiye yakın duran Rızgari’nin ilk ortaya çıktığından sonra, iki yıl gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde Marksist iklime karşı nasıl yelkenlerini indirmek zorunda kalmış olması irdelenmeyi hak ediyor. Şüphesiz bunun tek nedeni ise bu hareketin de Marksist ideolojiyi temel rehber olarak belirlemesiydi. Yani o dönemin diğer Kürt örgütleri gibi Rızgari’nin de aşil topuğu Marksist ideolojiye bağlılığıydı. Nitekim 1975’te, milli bir temelde başlayan hikayesi iki yıl sonrasında 1977’e gelindiğinde önemli bir sınavla karşı karşıya gelecek ve bu ilk sınavında deyim yerindeyse sınıfta kalacaktı. Bunu açalım:

Bu konuda ilk önemli adım bu hareketin 1975 yılında kendi yayınevi olan Komal Yayınları’ndan çıkardığı “Koçgiri Halk Hareketi” adlı kitaptı. Bu kitabın esas önemi ise içeriğinden ziyade bu kadrolarca kitaba yazılan önsözdü.

Bir Kürdistan devrimi hedefleyen bu yapı söz konusu bu önsözde Kürt halkının baş çelişmesinin sömürgeci Türk devleti ile olduğunu, buna bağlı olarak da Kürdistan’daki ağa-mütegallibe, eşraf vb. gibi sınıf ve tabakalarla olan çelişmelerin ise tali olduğunu vurguluyor, bu bağlamda da bu geleneksel sınıf ve tabakaların Kürt milli hareketi için hedef değil, engel olduğu saptaması yapılıyordu.

Elbette bu Kürt milliyetçiliği açısından çok önemli bir saptamaydı. Çünkü, ezilen milletlerde milliyetçilik, her şeyden önce kendi milleti arasındaki sınıf çatışmalarını tali duruma düşürme becerisi demektir. Dolayısıyla, bu önsözde ortaya konulan bu tespit, Kürdistan’da söz konusu bu kesimlere yönelik en doğru yaklaşımı ortaya koyuyordu.

Fakat, bundan iki yıl sonra, 1977’e gelindiğinde bu konuda bir özeleştiri yapacaklar ve Kürdistan’daki bu güçleri engel değil hedef olarak belirleyeceklerdi.  Şüphesiz, deyim yerindeyse bu çark etme, her şeyden önce, bu hareketin her şeyden önce kendi kitlesinden gelen bir baskının sonucuydu. Çünkü Marksist ideoloji, en dogmatik biçimiyle bu hareketin tabanına da gözeneklerine kadar işlemişti.

Oysaki, Kürdistan’ın sosyolojik yapısına Marksist ideolojiden azade olarak bakıldığı zaman rahatlıkla görülebilecek bir çıplak gerçeklik vardı. O da, söz konusu bu feodal güçlerin ve eşrafın hiçbir biçimde Kürdistan’ın özgürlük mücadelesinde hedef olarak görülemeyeceği gerçekliğiydi.

Nitekim, o dönemde, Güney Kürdistan’da, uzun yıllar KDP’nin Genel Sekreterliğini yapan ve Marksist görüşlerinin etkisiyle Mela Mustafa Barzani’nin en önemli muhaliflerinden biri olan İbrahim Ahmed’in, bu hareketin yenilgisi sonrası yapmış olduğu özeleştiri son derece önemliydi.

İbrahim Ahmed, 11 Temmuz 1974’de Fransız Le Monde dergisine verdiği mülakatta, kendilerinin “dervişler gibi” olduğunu vurguluyor, “Feodalizmi kırmak ve bir köylüler ordusu kurmak” istediklerini fakat bu noktada gerçekçi olmadıklarını belirtiyordu. Yine Ahmed, söz konusu bu özeleştirisinin devamında “köylü geleneğinin senyörsüz mücadele edilmemesini gerektirdiğini” vurgulayarak bu konuda Mela Mustafa Barzani’nin en doğru politikayı izlediğini kabul ediyordu.

Ama o dönemde kimsenin bu sosyolojik gerçekliği görebilecek durumu yoktu. Keza İbrahim Ahmed’in bu özeleştirisini de. Gün bir “sınıf savaşı” yürütme günüydü ve Kürtler öncelikle kendi toplumu içerisinde bu sınıf savaşını yürütülmeliydi.

Nitekim, sonrasında, bilindiği gibi, Rızgari hareketinin, öncesindeki bu milli çizgisinden sapmış olması ve bu meyandaki özeleştirisi bile, bu hareketin içindeki sınıf savaşı yürütme sevdalısı kesimi tatmin etmeyecek ve bunun devamında Rızgari hareketi ikiye bölünecekti. Bu yapıdan ayrılan ve kendilerine “Ala Rızgari” ismini verenler, kendilerini “proleter devrimci”, bu hareketin merkezini ise “burjuva milliyetçisi” olarak tanımlayacaklardı. Burada dramatik olan şey ise, bu hareketin merkezinin de, kendilerinin “burjuva milliyetçisi” olmadıklarını tersine yine kendilerinin de proleter devrimci olduğunu ısrarla dile getirmiş olmalarıydı. Onların, kendilerinin de asla burjuva milliyetçisi değil, diğer örgütler gibi proleter-devrimci oldukları şeklindeki savunmaları bile o dönem tüm Kürt örgütlerinin Markist ideolojiye olan koşulsuz bağlılıkları sonucunda nasıl bir şartlanmışlık içinde olduklarını gösteriyordu.

Bu bölünme sonrasında, kendisini proleter devrimci olarak adlandıran ve Kürdistan devrimi için öncelikle Kürdistan’daki feodal güçlerin ortadan kaldırılmasını savunan Ala Rızgari örgütü, bu ideolojisini pratiğe de dökecekti.

Bu örgüt, Kürdistan’daki aşiretlerin ve toprak ağalığının Kürt milli hareketinin temel düşmanları olduğu tespitinden hareketle, 1979 yılında PKK’nin Siverek ve Hilvan’da, o yörenin iki büyük aşiretine karşı başlattığı silahlı savaşa da kendi adına fiilen katılacaktı.

Sonuç olarak bu durum, Kürt milli uyanışının Marksist ideolojinin prangası altında nasıl manipüle edildiğinin en somut göstergesiydi.

****

Önceki bölümlerde ele aldığımız gibi, 1970’lerin ikinci yarısında ortaya çıkan ve çok kısa bir zaman dilimi içerisinde Kürdistan’da ciddi bir kitle desteği bulan Kürt örgütlerinin en önemli zaafı Marksist ideolojiye bağlılıkları, onun ötesinde ise bu ideolojiyi dogmatik kalıplar içinde içselleştirmiş olmalarıydı.

Bunun en somut hali ise ağırlıklı olarak kendilerini proleter-devrimci olarak tanımlayan bu Kürt örgütlerinin “Kürdistan Devrimi”nin işçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşeceğine olan inançları ve bu doğrultuda Türk işçi sınıfını da doğal müttefik olarak görmeleriydi.

Yine bu anlayış doğrultusunda, Kürt örgütlerinin kahır ekseriyeti, Türk toplumunda işçiler ve köylüler başta olmak üzere bir ezilenler sınıfı belirlemiş ve onların da kendileriyle müttefik olacaklarına kendilerini inandırmışlardı. Bu noktada, günümüz hâkim Kürt siyaseti’nin de, gerçeklikten tamamen kopuk bu anlayışı halen devam ettirdiğini ekleyelim.

Oysaki Kürdistan’daki işçi sınıfı günümüzde bile bir milli sınıf olmadığı gibi Türk işçi sınıfı da hiçbir zaman ittifak yapılmayacak sınıfların başında gelmekteydi.

Bu konuda Frantz Fanon’un, Cezayir meselesindeki saptamalarını kimsenin görecek durumu yoktu. Fanon bu konudaki objektif tespitini, gerek Cezayir’de gerekse de Fransa’da , “Proletarya devrimci bir sınıf değildir. Fransız işçiler hem metropolde hem Cezayir’de kurtuluş hareketinin düşmanıydılar” sözleriyle dile getirecekti.

Yani başka milletleri tahakküm altında bulunduran bir milletin işçi sınıfı ve alt tabakaları hiçbir biçimde ittifak yapılamayacak sınıflardır. Çünkü bu sınıflar her durumda, kendi devletlerinin ezdiği milletle en ufak bir empati bağı kurmaktan yoksundurlar. Onların tek talepleri kendi sınıfının daha iyi yaşam koşullarının sağlanmasından ibarettir. Bu nesnel gerçeklik, o dönemde, Türk toplumunun bu sınıflarıyla Kürtler arasındaki ilişkilerde de aynen geçerliydi.

Dönemin Kürt örgütleri bu nesnel gerçekliği görebilmiş olsalardı tüm çabalarını kendi milleti içinde sınıf çatışmalarını nötrleştirmek ve Kürtlerin tüm sınıf ve tabakalarıyla bir milli birlik kurmak alanında kullanabilirlerdi. Yani, bir önceki bölümde Rızgari hareketi ölçeğinde ele aldığımız Kürt feodallerinin, eşrafının vs. bırakın hedef olarak belirlenmesi, engel olarak dahi belirlenmemesi gerekiyordu.

O dönemdeki Kürt örgütleri bir yandan bu vahim hatalarını sürdürürken diğer yandan sonuçta kendilerine en yakın gördükleri Türk Marksistleriyle ortaklaştıkları aynı ideoloji temelinde neredeyse tüm enerjilerini Lenin’in “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” ilkesini kendilerince yorumlamak ve bu kitaptan kimi çıkarımlar yaparak bir anlamda Lenin’in bu tezlerinden kendilerine bir dayanak bulmaya harcamaktaydılar. Bu konuda Kürtlerin kaderlerini tayin hakkının en önemli belgesi olan “Wilson Prensipleri” ni kimse hatırlamıyordu.

Ayrıca, bu konuda, Lenin başta olmak üzere tüm Sovyet Bolşeviklerinin, 1917 Ekim devriminin hemen akabinde Çarlık Rusya’sının milli güçleriyle tekrar birleşerek “Anavatan Savunması” adı altında Çarlık Rusya’sından bakiye sömürgeler üzerinde hakimiyet savaşı yürüttükleri gerçeğini görebilecek durumda değillerdi.

Keza, bizzat Lenin’in, sonrasında “utanç verici bir anomali” olarak adlandıracağı bu milli ittifak temelinde devrimin akabinde Bolşeviklerce, Çarlık ordusunda görevli, generaller başta olmak üzere 30 bin civarındaki subayın tekrar sözümona bu Kızıl Ordu’nun başına getirildiği de somut bir gerçeklikti.

Bu somut olgu, yani, Bolşeviklerin, devrimin başında adını “Kızılordu” olarak koymuş olmalarının bir şarlatanlıktan ibaret olduğu ve özünde bu ordunun tekrar Çarlık subaylarına emanet edildiği gerçeği de o dönemin tartışmalarında yer almamaktaydı.

Ayrıca, devrimin akabinde, Çarlık subay ve generallerinin emrindeki Kızılordu’ nun ilk işi, imparatorluğun sömürgelerini korumak ve tahakkümlerini devam ettirmek savaşını vermek olacaktı. Bu süreçte, Çarlık dönemi Rusya’sının sömürgelerinden Finlandiya, Baltık cumhuriyetleri ve Polonya dışındaki tüm sömürgeler, Rus Marksistlerinin yürüttükleri emperyalist paylaşım savaşı sonucu, Sovyet Rusya’sının egemenliği altında kalacaktı. Diğer yandan, Finlandiya ve Baltık Cumhuriyetleri, Batılı devletlerin işgaliyle bağımsızlığını kazanırken, Polonya muazzam bir direniş gösterip Sovyet Kızıl Ordusu’nu yenerek kendi bağımsızlığını elde edecekti.

Diğer yandan, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı” nın yorumu konusunda Türk Marksistlerinin temel argümanı Türkiye’de bir sosyalist devrim neticesinde Kürtlerin de kendi kaderini tayin hakkının sağlanacağıydı. Oysaki yukarıdaki satırlarda vurgulamaya çalıştığım gibi, Sovyet devrimi sonrasında Lenin ve Stalin başta olmak üzere Rus Bolşeviklerinin uygulamaları bunun bir ham hayal olduğunun en bariz göstergesiydi.

Fakat yine de, o dönemdeki Kürt Marksist örgütlerini günümüzdeki hâkim Kürt siyaseti’nden ayıran çok önemli bir olgu vardı. O da, günümüzdeki hâkim Kürt siyaseti tüm stratejisini Türkiye’yi demokratikleştirmek ütopyası üzerine inşa ederken, o dönemin Kürt örgütleri, tüm zaaflarına rağmen temel stratejilerini kendi milletlerinin özgürlük mücadelesi temelinde oluşturmuşlardı.

Bu bölümü kapatmadan önce bahse konu dönemdeki Kürt örgütlerinin Marksist ideolojiyi temel rehber edinmiş olmalarının Kürdistan’da yarattığı bir başka olumsuzluğa değinelim. O da, bu örgütlerin bu ideolojiye bağlılığı sonucu kendi milleti içerisindeki dindar-muhafazakar kesime sırtını dönmüş olmasıydı. Oysaki, o dönemde, özellikle, Kürdistan’da medrese geleneğinden gelmiş olan önemli bir Kürt milliyetçisi damar vardı. Bunlar, Kürt milliyetçiliğinin en saf ve ari kesimini oluşturmaktaydılar.  Ayrıca bunların pek çoğu, o dönemde Kürdistan’da kanaat önderi olarak nitelendirilebilecek konumda olan saygın isimlerdi. Fakat gerek bu kesim, gerekse de o dönemdeki Marksist Kürt örgütleri kaçınılmaz olarak birbirine karşı mesafeli duracaktı.

*****

Kuzey Kürdistan’da, 1970’lerde hızla büyüyüp gelişen Kürt örgütlerinin Marksist ideolojiyi rehber edinmelerinden dolayı en büyük zaaflarından biri de milliyetçilik kavramına oldukça mesafeli durmalarıydı. Yazımızın önceki bölümlerinde belirttiğimiz gibi o dönemde kendisini tam anlamıyla anti-milliyetçi kampta konumlandıran iki örgütün dışındakiler milliyetçilik konusunda ikircikli bir tutum içindeydiler.

Bu örgütler, Türk Marksistleriyle polemiklerinde milliyetçiliği ezen ulus-ezilen ulusmilliyetçiliği olarak ayırıp ezilen ulus milliyetçiliğine bir haklılık atfetmekle birlikte kendilerini milliyetçi değil yurtsever olarak tanımlamaktaydılar. Bu durum günümüzde de, o dönemden bakiye Kürt siyasetçi ve düşünürlerinin önemli bir kesiminde aynen devam etmektedir.

Bu konuya, yani milliyetçilik ve yurtseverlik arasındaki önemli farklılıklara bir sonraki bölümde değineceğiz. Şimdi, o dönemde, söz konusu bu Kürt örgütlerinin milliyetçiliğe karşı, en başta da kavramsal düzeyde mesafeli durmuş olmalarını ele alalım.

Bunun temelinde yatan esas olgu, bu örgütlerin Marksist olmaları değil, ondan öte Marksist ideolojiyi dogmatik kalıplar içinde içselleştirip, bu ideolojinin 20.Yüzyılın başlarında geçirdiği radikal değişim ve dönüşümü görememiş olmalarıydı. Eğer bunu yapabilirseler, Marksizmin proletarya enternasyonalizmi ütopyasının, bu dönemde nasıl millet gerçekliği duvarına çarparak yok olduğunu görebileceklerdi. Keza, Marksizm’in, yine 20.Yüzyılda, bu ideolojinin ilk kuramcılarının öngöremediği bir biçimde bir bütün olarak üçüncü dünya ülkelerinin bir milli ideolojisine dönüştüğü gerçeğini de.

Bu noktada her şey, 1914 yılında 1.Dünya savaşının başlamasıyla birlikte ortaya çıkacaktı. O güne değin, proletarya enternasyonalizmi’nin temelini oluşturan en önemli prensip, her bir ülkedeki sosyalist partilerin, kendi devletlerinin çıkarından azade bir biçimde, uluslararası işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda, evrensel bir birlik geliştirmeleri üzerine kuruluydu. Dolayısıyla, 1. Dünya Savaşı başladığında, bu evrensel ideolojiyi savunan ve bu amaçla bir araya gelen sosyalist partilerin, kendi devlet çıkarlarına karşı bir genel grev örgütleyerek savaşa karşı dik bir duruş takınmaları beklenirdi. Oysa durum bunun tam tersi oldu.

Savaş başladığı zaman, Rusya ve İrlanda Komünist partileri haricinde tüm ülkelerin Marksist partileri, kendi devletlerinin safında yer alarak, milliyetçi çizgide buluşacaklardı. Yine dramatik bir biçimde, kendi devletlerinin yanında saf tutan bu partilerin tabanını oluşturan işçi sınıfı da, kendi devletinin çıkarları için kendi ordularına katılıp cepheye gideceklerdi. Savaş öncesinde, kendilerini anti-militarist ve enternasyonalist olarak tanımlayan Marksistler, savaş başladığında, bir anda” milliyetçi-şovenist” kampta bir araya geldiler. Carlton Hayes 1. Dünya Savaşı başladığında ortaya çıkan bu dramatik durumu şu sözlerle dile getirir:

“Savaş çıkar çıkmaz, gerek kitleler gerekse de sınıflar hükümetlerine destek yarışına girdiler. Başlangıçtaki barışseverlik ve tarafsızlık açıklamaları buhar olup uçuverdi… Marksist sosyalizm iflas etti; takipçileri savaşa girmemek veya engel olmak için ‘genel grev’ veya başka yollara hiç başvurmadılar. ‘Entelektüeller’ iflas etti; büyük çoğunluğu duyguyu akla, savaşçılığı ferasete tercih ettiler.”

Nitekim, bu enternasyonal ütopyanın tuzla buz olması neticesinde, bundan iki yıl sonra, yani 1916 yılına gelindiğinde Lenin ve arkadaşları, bitkisel hayatta bulunan bu oluşumun fişini çekerek onu feshedeceklerdi.

Çünkü savaşla birlikte Komünist partiler, enternasyonal ütopyasını bir kenara bırakmış, milliyetçi ve şoven ideoloji etrafında toplanmışlardı. Bir diğer anlatımla, bunun öncesinde, sözde anti-milliyetçi bir temelde konumlanan sosyalistlerin, kendi devletleri savaşa girdikten hemen sonra, tamamıyla milliyetçiliğe kaymaları gibi, reel bir durum oluşmuştu.

Yine, o dönemde, Marksist Kürt örgütlerinin görmediği bir başka gerçeklik daha vardı. O da, 1940’lara gelindiğinde, Marksizm’le milliyetçilik arasında yaşanan doku uyuşmasıydı. Bu doku uyuşmasının en bariz biçimi ise o dönemde Asya ve Afrika’daki sömürgelerde ortaya çıkan Marksist etiketli ulusal kurtuluş mücadelelerinde ortaya çıkmaktaydı. Çünkü bu ulusal kurtuluş hareketlerinin istisnasız tümü özünde milliyetçiydiler. Bu somut olgu, bu ülkelerdeki Marksist partilerin gerek programlarında ve söylemlerinde,  gerekse de bu çerçevede giriştikleri sınıfsal ittifaklarda net bir biçimde ortaya çıkmaktaydı.

Bu konuda, kendisi de Marksist olan Eric Hobsbawm’ın, “Marksist hareket ve devletler yalnızca biçimleri bakımından milli olmakla kalmadılar, özlerinde de öyle, yani milliyetçi oldular. Bu eğilimin sürmeyeceğini düşündürecek hiçbir işaret yok.” değerlendirmesi yalın bir gerçekliğe işaret etmekteydi.

Ayrıca bu durum salt Asya ve Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketleri için değil, Küba devrimi için de aynen geçerliydi. Yani, Küba’daki sosyalist devrim bile esas olarak milliyetçiliğe dayanıyordu. Bu konuda, Castro’nun sosyalistliğinden önce milliyetçiliğine dikkat çeken Horace Davis bu devrimi değerlendirirken, “Castro ve Guevara Küba ulusçuluğuyla ve geleneksel anlamda demokratik denilebilecek bir programla işe başladılar. Sosyalizm sonradan, koşulların zorlamasıyla geldi.” saptamasını yapar. Yine Küba devrimi esnasında Küba ulusçu güçlerinin Castro’nun yanında yer aldığını vurgulayan Davis, “Ulusçuluk, farklı öğelerin Batista’ya karşı savaşımda bir araya gelmesini sağlayan etkendi.” der.

Yine tüm bu rejimlerin sosyalizm adına yaptıkları tek şey, özel mülkiyete dayalı kapitalizm yerine devlet kapitalizmini ikame etmekten ibaretti.

Sonuç olarak, eğer Marksizm’in 20. Yüzyılda bir başarısından söz edilecekse, onun bu başarısını tamamen milliyetçiliğe borçlu olduğunu söyleyebiliriz. O dönemin Kürt örgütleri de bu somut gerçekliği analiz edebilmiş olsalardı, milliyetçilik kavramına karşı bu ölçekte bir karşı duruş sergilemeyebilirlerdi.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.