Tiranlık Üzerine…
Konuya girmeden önce, izninizle huzurunuzda HDP Milletvekili, tek başına bir adalet ordusu gibi adalet ve hukuk mücadelesini veren, Ömer Muhtar gibi cesur olan Sn. Ömer Faruk Gergerlioğlu’na teşekkür etmek istiyorum.
28 Şubat sürecinde fişlenmem, yürüyen 28 Şubat ve TRT World hakkında açtığım davalarımla ilgili Sn. Gergerlioğlu, Adalet Bakanının yanıtlaması istemiyle TBMM’ye bir önerge verdi. Yetmedi, konuyu hem Meclisin gündemine getirdi, hem benimle mülakat yaptı ve hem de sosyal medya hesaplarında dile getirdi.
Daha önce Ak Parti’ye destek vermiş biri olarak sıkılarak, üzülerek ve hicap duyarak söylemeliyim ki, ne acı ki Ak Parti ve hükümeti 28 Şubat üzerinden siyaset devşirirken 28 Şubat döneminde kendilerinden olmayanların mağduriyetleriyle ilgilenmezken Sn. Gergerlioğlu’nun 28 Şubat mağdurlarına sahip çıkması ayrıca bir paradoksal durumu da ortaya koymaktadır.
TRT World’le ilgili geçen hafta Anayasa Mahkemesi’ne başvurdum. 28 Şubat Davasıyla ilgili de haftaya Anayasa Mahkemesi’ne başvuracağım.
Konuya gelirsek, “Tiranlık Üzerine” kitap yazan Amerikalı tarihçi ve yazar Timothy Snyder, tiranlık, otoriterlik ve despotizm üzerine muazzam analizler yapmaktadır.
Snyder; siyasette kandırılmış olmanın bir mazeret olamayacağını, Avrupa tarihinde üç temel demokratik hareketin meydana geldiğini, 1918’deki Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1945’teki İkinci Dünya Savaşından sonra ve 1989’da Komünizmin yıkılmasından sonra ortaya çıktığını belirtir.
Aslında bu Hitler ve Nazilerin başa geçmelerinden sonra Almanya’daki bazı Yahudilerin düştükleri en büyük hatalarından biri olduğunu, örneğin 2 Şubat 1933 tarihinde Alman Yahudilerinin öncü gazetelerinden birinde yayımlanmış olan bir makalede bu yanılgıdan bahsedildiğini aktaran tarihçi Snyder, makaleden şu paragrafı verir.
“Sonunda, uzun zamandır elde etmeyi arzuladıkları güce kavuşan Bay Hitler’le arkadaşlarının, (Nazi yanlısı Gazetelerde) bahsi geçen planlarını uygulayacakları yönündeki görüşlere katılmadığımızı ifade etmek isterim. Nazilerin, Yahudileri anayasal haklarından mahrum bırakacaklarına, onları gettorlara tıkacaklarına ya da mafyanın güvenilmez ve cani ellerine terk edeceklerine inanmıyoruz.
Çünkü bunu yapamazlar, bu güçler pek çok önemli kurumun kontrolü altında. Ayrıca böyle bir olaya girmeyi de istemezler. Birisi Avrupa gücü haline geldiğinde, kendisini bütün ortamlarda etik davranan birisiymiş gibi görür ve önceki muhalif duruşunu kaybeder.”
Snyder; genel özgürlüğün meyvesi her gün toplanması gerektiğini, aksi halde çürüyeceğini, yıllık seçimlerin bittiği yerde tiranlığın başladığını, Otoritelerin, itaatkâr memurlara ihtiyaç duyduğunu ifade ederek Nazilerle ilgili şu tespiti yapmaktadır.
“Onların iddiasına göre hukuk ırklara hizmet etmek için vardı ve ırkı için doğru olan neyse hukuk da onu söylerdi. Yahudilerin, Çingenelerin, Polonyalı elitlerin, komünistlerin, özürlülerin hedef alındığı toplu katliamların gerçekleştirilmesinde özel kuvvet komutanları, hukukçulara aşırı yetkiler verdiler.
Doktorlar, toplama kamplarında gerçekleştirilen korkunç deneylerde yer almışlardı. Eğer hukukçular yargısız infaza karşı çıksaydı, doktorlar gerekmedikçe kimseyi kesip biçmeselerdi, işadamları köleliğin yasaklanmasını onaylasaydı ve eğer bürokratlar cinayet evraklarını düzenlemeyi reddetseydi, o zaman Nazi rejimi, hatırladığımız acımasızlıkları yerine getirmekten bir hayli zorlanacaktı” diyor.
Bu tespit aklıma 15 Temmuz darbesinden sonra bürokrat ve yargıçların nasıl amansızca KHK’yla insanları infaz etmelerini getirdi.
Kitapta Churchill’in “Yaşamak ya da ölmek için eşit derece iyi bir zaman” sözüne de yer verilerek, “böylece hepimiz ardı ardına gelen dalgalara maruz kalır fakat asla okyanusu göremeyiz,” tespitini de yapmaktadır.
Snyder, Hz. İsa (a.s)’ın “Devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin bir insanın cennete girmesinden kolaydır” sözünü hatırlattıktan sonra, “gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak” diyor.
“Görmek ya da duymak istediğinde, gerçekte olan arasındaki farktan vazgeçtiğinde, tiranlığa teslim olmuşsundur demektir. Gerçeklikten vazgeçmek sana olağan ya da keyifli görünebilir ancak seni bir birey olmaktan çıkarır” diyen Snyder, Nazi döneminde işçilerden biri Klempere; “Anlamanıza gerek yok, ama inanmalısınız” sözünü hatırlatır.
Bizi toplum yapan ortak değerlerimiz, araştıran bir birey, inşa eden bir vatandaş, araştıran insanlardan hoşlanmayan bir lider potansiyel bir tiran olduğunu ifade eden Snyder, Havel’in şu sözünü aktarır: Havel; “Eğer sistemin temel direği yaşayan bir yalansa, bu sistemi tehdit eden şeyin gerçekler olması hiç de şaşırtıcı değildir.”
Nazilerin en zekisi olan hukuk teorisyeni Carl Chmitt, faşist yönetimlerin özünü açık bir dille anlattığını, Schmitt’in tüm kuralları yıkmanın yolunun, kuraldışılık fikrine odaklanmaktan geçtiğine inandığını kaydederek şöyle der:
“Bir Nazi lideri, içinde bulunduğumuz anın kuraldışı olduğunu ve bu kuraldışı durumun da sürekli bir olağanüstü hâle dönüştüğü konusundaki genel inancı destekleyerek, muhaliflerine karşı çıkmaktaydı. Vatandaşlar da sahte güvenlik uğruna gerçek özgürlüklerini pazara çıkarıyorlardı.
Çağdaş tiranlık, terör yönetimidir. Herhangi bir terör saldırısı olduğunda, otoriter yönetimlerin güçlerini kanıtlayabilmek için bunu kendi çıkarlarına kullanacaklarını aklınızdan çıkarmayınız. Tiranlığın kitabındaki en eski numara, kuvvetler ayrılığının sonra ermesini, muhalefet partilerinin çözülmesini, ifade özgürlüğünün askıya alınmasını, adil yargılanma hakkının ortadan kaldırılmasını ve bu gibi yaptırımları gerektiren ani felaketlerin yaratılmasıdır.
Kriz kalıcı olduğu için olağanüstü hal de kalıcıdır. Böylece geleceğin planlaması artık imkânsız ve hatta hainlik gibi görünür. Düşman sürekli kapıda beklerken, biz nasıl ıslah olmayı bekleyebiliriz ki? Polonyalı şair Czeslaw, “tarih bize, şimdiye dek yaptıklarımızdan ve göz yumduklarımızdan çok daha fazlasını yaşatacaktır. Eğer yeni nesil kendi tarihlerini yazmaya başlamazlarsa, sonsuzluk ve kaçınılmazlık politikalarını yürütenler bu tarihi mahvedecekler” diyor.
Eğer biz de göz yumarsak sanırım aynı kaderin akıbeti de bizi bekliyor olacak…